Duayen Mimarlarımızdan Prof. Dr. Ertun Hızıroğlu’nun kendi gibi mimar oğlu Ali Hızıroğlu ile söyleşi yaptık bu sayımızda. Ertun Hızıroğlu’nun 1972 yılında kurduğu ERA Şehircilik Mimarlık ofisine 15 yıl önce dahil olan ikinci kuşak mimarımız Ali Hızıroğlu, 2001’de tasarım atölyelerinde asistanlık görevi de üstlendiği Paris Ecole Spéciale d'Architecture'de lisans eğitimi almış. 2002'de de New York Columbia Universitesi'nde “Mimari ve Kentsel Tasarım” yüksek lisans programını tamamlamış ve 2003 yılında Türkiye’ye dönerek ERA'ya katılmış. Bu arada Era Mimarlık da 2001’de kurulan Paris ofisi ve 2011 yılında kurulan Pekin ve 2018’de kurulan Moskova ofisiyle dünyaya açılmış. Dolayısıyla Ali Hızıroğlu ile çelik yapı sohbetlerimizde uluslararası kıyaslamalar yapma şansını da bulduk.
Doyurucu bir sohbet çıktı ortaya, çelik yapı adına her kesimin alacağı notlar olmalı bu keyifli sohbetten…
Türkiye’deki yapı sektörünün çelik yapılara karşı bir direnci var. Orantısal olarak bakıldığında çelik yapıların yapı sektöründen aldığı pay son yıllarda biraz artış gösterse de gelişmiş ülkelerde gördüğümüz oranlara yaklaşamıyor bile. Buradan başlayalım dilerseniz sohbetimize, sizce bunun nedeni ne olabilir?
Ali HIZIROĞLU: “Kültürel” diye düşünüyorum. Bu kültürel yapının, değişimin veya farklı bir takım ürünler, malzemeler kullanmanın karşısında kolaylaştırıcı olmadığını düşünüyorum. Bunun yanı sıra Türkiye’de, çelik endüstrisinin ulaşabildiği çevre de yeterince genişleyememiş durumda. bence Türkiye’de. Malzemenin potansiyeline, hangi koşullarda, hangi yöntem ile kullanılabileceğine dair olan bilgi eksikliği ve çoğu zaman ekonomik olarak zorlayıcı görülmesi, “Çelik yapı pahalıdır.” gibi bir algının yerleşmesine sebep oluyor. Aslında, daha çok ihtiyaçlara yönelik tasarım yapılarak çelik kullanılabilse, muhtemelen maliyet anlamında büyük bir farklılık olmayacak. Hatta bazı başka avantajlar elde edilebilecek; esneklik, inşaat, hız gibi. Tabii yangınla ilgili çelikte koruma ihtiyacı daha fazla olduğundan bu konuda betonarme yapılar, çeliğe göre daha avantajlı kalıyor. O yüzden de o ek katman sebebiyle çoğu zaman “Bu maliyete, bu zahmete değer mi?” gibi bir düşünce gelişiyor. Türkiye dışında, gelişmiş ülkelerde çelik çok daha fazla tercih ediliyor ve kullanılıyor. Bunun sadece endüstriyel, teknolojik gelişmelerden kaynaklandığını düşünmüyorum. Aynı zamanda şehirle de alakalı bir durum. Birçok örnek şehirde çevre açısından inşaat yaparken dikkat etmeniz, uyulması gereken kurallar var; akustik, kirlilik, vs. Tabii betonarme yapı yaptığınız zaman kurduğunuz şantiye çevreye çok daha fazla rahatsızlık veriyor. Mobilizasyon ve şantiye alanını etkin kullanmak zorlaşabiliyor. Oysa çeliğin bu tarz avantajları var; şantiyesi küçük, çok daha hızlı montaj imkanı tanıması, malzemenin doğru tasarlanıp doğru hazırlanıp sahaya öyle gelmesi söz konusu. Tabii tecrübeli bir ekiple çalışıyor olmak kaydıyla. Tüm bunlar için ise iyi bir planlama gerektiriyor çelik yapı. Kültürel dediğim nokta da burada. Biz planlamayı seven bir ülke değiliz, hemen olsun isteyen bir yapımız var. Tüm yatırımcılar bir sonraki, çıkması muhtemel yönetmelik ile mevcut haklarından olabilecekleri endişesini yaşıyor. Haliyle de planlama değil acilen her işin yapılması talep ediliyor tasarımcılardan. Ancak çelikte pek de öyle olamıyor, bunlara müsade etmiyor çelik. Şantiyede kolay işlenen bir malzeme değil. Sınırlı kalmasının bir sebebi de biraz da bunlar diyebiliriz sanırım.
Çok tasarım deneyimi olan bir ofiste konuşuyoruz çelik yapıları. 1972’de başlamış, muhtemelen ilk endüstri yapıları bu ofislerde deneyimlenmiştir. Babanızın çelik yapıları sizin için nasıl bir örnek olmuştur?
Ali HIZIROĞLU: Endüstri yapılarıyla başlamış bir hikayesi var ofisin. Aslında biraz da dönemsel. İçinde bulunduğunuz dönem yaptığınız işlere de yansıyor haliyle.
Onların daha kapsamlı işler üstlenmeye başladıkları zaman, Türkiye’nin fabrikalara yöneldiği, yurt dışından da yatırımcıların kısmen Türkiye’ye gelmeye başladığı bir döneme denk geldiğinden daha çok endüstriyel yapılarla, yaklaşık 15 -20 sene uğraşılmış. Lojistik yapılar, fabrikalar, depo yapıları tasarlanmış.
Ama şimdi uluslararası bir çizgiye gelmiş ofis. Çin’de ofis açmak nasıl oldu?
Ali HIZIROĞLU: 2008 senesinde Fiba ve Turkmall’un orada ortak bir yatırımı vardı, Pekin’in kuzeyinde 8 milyonluk bir endüstri şehri olan Shenyang’da. Bizim de uzun süredir onlarla yaptığımız birçok projemiz vardı, o vasıtayla Çin’deki yapıya biz de dahil olduk. Bir ticaret merkezi ve ofis kulesi projesiyle yer aldık. Aslında hedefte birkaç proje daha vardı ve bu projelerle başladı bizim Çin yolculuğumuz. 2011 sonunda yapılar tamamlandı. Konsept aşamasından tüm imalat aşamalarının takibine kadar projelendirme ve inşaatı aşağı yukarı 4 yıl gibi bir süre aldı. 325 bin m2’lik yapısal alanı kapsayan bir projeydi. Çelik tasarım anlamında farklı bir deneyim oldu bizim açımızdan da bu proje. 16 bin m2’lik bir çelik ışıklık tasarladık; serbest formlu, grid shell bir çelik yapı. Bizim için de bir ilkti ve o döneme kadar bu tip bir strüktür tasarlamamıştık. Orada işverenle birlikte sahada, farklı müteahhitlerle görüşmelerde bulunduk. Onların seçiminde biz de yer aldık, çok değişik bir süreç yaşandı. Yani bahsettiğim inşaatı gerçekleştirecek adaylarla görüşürken, seçilen hariç her biri 10 Bin, 30 Bin kişi çalıştıran firmalardı. Yerel koşulları uzaktan bildiğimiz Çin gibi uzak bir ülkede, bu sürecin içerisinde bil fiil olunca iş yapmak çok farklı bir deneyim oldu. Çin çok büyük ve dinamik bir pazar. Böyle bir işi noktaladıktan sonra burada devam etmemiz gerek diye düşündük ve Pekin ofisimiz böylece başlamış oldu.
Oradaki çelik yapı projelerinde ekipteki insanlarla konuşmalar nasıl geçiyor? Burada gördüğümüz çelik yapılara karşı direnç, ya da çelik yanar, pahalıdır gibi dert haline getirilen konular, orada da karşınıza çıkıyor mu?
Ali HIZIROĞLU: Aslında orada da çok farklı değil. Orada devlet baskın bir şekilde güçlü. Yönetimsel bir farklılık var, dolayısıyla onun getirdiği bütün çalışma alanına yansıyan bir sistematik mevcut. Kurallar aslında biraz bizle de benzeşiyor, karşınızdaki sıradışı olan bir durumda gerçekleştirmek istemiyorsa genelde ilk önünüze konan şey yönetmeliklerdir. "Bu yapılamaz zaten" görüşü sürekli önünüze gelir. Çözüm önermekten ve farklı perspektiften bakmaktan ziyade red! Benzer durum orada da cereyan ediyor, tabii biraz da tasarımcıların ve tasarım konularına bakışın piyasa içerisindeki konumuyla alakalı. İşveren ile müteahhit çoğu zaman daha yakınlar birbirine, her şey onlar üzerinden yürüdüğü için mimarlar, mühendisler biraz formalite gibi kalabiliyor. Burada da, orada da aynı değilse de benzer. Temel farklılıklardan biri ise yönetmeliklere uymayan bir konu proje etabında projeye özel simülasyonlar ile özel bir kurula sunum yapılarak olağanın dışında sistemler de önerilebilmesi. Bizde örneğin böyle bir yöntem henüz geliştirilmiş değil. Dolayısıyla literatüre geçecek yapı stoğu da oldukça sınırlı kalıyor. Proje yapmak için gittiğiniz her ülkede farklı alışkanlıklar var veya çok büyük üretim yapan firmalarla çalıştığınızda, onlar da sadece sizin tasarımınız için o standart bandı değiştirmek istemiyorlar. Değiştirmeye çalıştığında işverene bir yük ve ayrı planlama ihtiyacı doğuyor. Onlar da bunu karşılayabilecek vizyona veya arzuya sahip değillerse veya öyle bir hedefleri yoksa, o zaman bu değişimleri yapmak zor oluyor. Aslında gerçekleştirilmesi zor olduğundan değil ama öyle bir hedefle yola çıkılmadığı, o hedefi paylaşmadığınız için. Tasarımcı, işveren hepsi aynı tarafa doğru gittiği zaman işte o bahsettiğiniz özellikli, detaylı, özel yapılar ortaya çıkıyor veya süre. O da çok önemli bir faktör. Bunlara katlanmak arzusunda değilse.
Hünerden ziyade koşullar mı belirliyor çoğunlukla?
Ali HIZIROĞLU: Yani düşünce şekliyle çok farklı yerlere gidebiliyor her şey. Bu bahsettiğim Çin’deki örnekte mesela yüzde 45’e yakın tasarruf yaptırdık biz. Yapıyı hafifleterek çelik tasarrufu yaptırdık. Mimari tasarımı biz yaptık ama onlardan sonraki kısmında da, mühendislik tasarımı diye bir şey var. Bu sadece hesaplama değil. Mesela Çin’de de benzer durum var, hani o over dizayn denilen mevzu orada da mevcut. Bu sadece bilgi eksikliğinden değil, karşı tarafın size ayırdığı, temin edebildiği süre, ayırdığı bütçeyle de ilişkili. Yani mimar değil de mühendislik tarafından konuşursam,mimari kadar o işe mühendislik anlamında verilen zaman ve bütçe de, ortaya koyacağınız işin kalitesini belirliyor. Tasarımınızı biraz daha ileriye götürüp daha farklı bir strüktür önerisinde bulunmak bir emek ve bilgi işi ancak tabii ki bir yandan o tasarımı imal edecek piyasa koşullarını da öngörmeniz gerekiyor.
Oldukça yüksek oranlı bir kazanç yaratıldığını söylüyorsunuz. Burayı biraz açabilir misiniz, nasıl oldu bu?
Ali HIZIROĞLU: Bu proje bir ticaret merkezi, hizmete açıldı da ve çok da memnun bir şekilde kullanıyorlar yapıyı. Biz mimari tasarımı yaptığımızda belirli bir öngörümüz vardı. O sistemin o yapıya uygun olacağını düşünmüştük ama tabii mühendis ekiplerle, Çinlilerle koordineli çalışmak konusunda başta sıkıntılar yaşadık. Dil problemi var öncelikle, yönetmelikleri bilmiyorsunuz, oradaki imalat koşullarını, ticari koşulları tanımıyorsunuz. 2008 dönemi, olimpiyatların Çin’de Pekin’de yapıldığı dönem, dolayısıyla müthiş sürelerde ve ebatta işler yapılıyordu, o sebeple bizde bunun çok daha rahat yapılabileceği gibi bir izlenim vardı. Fakat sahaya inince işlerin bu kadar da kolay olmadığını gördük. Güvenilir ve tasarımdan anlayan müteahhit bulmanın ne kadar zor olduğunu gördük.
Yani o bahsettiğim 30 Bin kişilik inşaat yapan firma, müthiş çelik konstrüksiyonlar yapıyor ama o kadar hantal, o kadar ağır ki.
Birleşimler ile ilgili mesela bize getirdikleri önerileri vardı, üç boyutlu bir strüktür bu, farklı açılardan gelen elemanlar var ve bunlar bir yıldız gibi her biri ayrı noktada 6 ögede birleşiyordu, bunların biraraya geldiği yerlerin her birini bilgisayarda ayrı bir açıyla hesaplıyor olmanız ve ona göre birleşimlerini, kaynağını organize ediyor olmanız gerekiyordu. Onlarsa bize, "Biz bir silindir teker yapalım, onların içine bunları saplayalım artık nasıl gelirse” dediler, çok şaşırdık. O "Nasıl gelirse"nin arkasındakinin strüktürü tasarımsal olarak kavrayamadıklarını fark ettik. 16 Bin metrekarelik serbest form bir ışıklıktan bahsediyoruz, çelik strüktürün en büyük yerinde 50 kusur metre açıklık geçiyoruz. Diğer seçilen müteahhitle oturduk tartışıyoruz, “Bu formu vermişsiniz, biz bu 50 metre açıklığı geçebiliriz ama siz bunu bir 5 metre daha çekerseniz yukarıya doğru, bombeyi artırırsanız o zaman biz 32cm yerine 25’lik membranlarla bunları çözebiliriz” diyor. Şimdi 35’den 25’e düşmek demek müthiş bir ekonomi. Biz tasarımı değiştirdik, tonajdan tasarruf edilebildi. Hani o yapı daha kolay mı imal edildi hayır, aynı zorlukta imal edildi ancak daha az malzeme harcadık. Tasarım mantığı, ihtiyaçları değişti, yükler farklı dağıldı, yapı hafifledi. “10 metreyi ben her zaman 80 cm’lik I profille geçerim” demek doğru çözüm olmayabilir, nitelikli bir ekiple düşünce geliştirebilmek çok önemli. Aslında çalışma biçimi, bir ekip olarak herkesin dahil olabildiği, aynı hedef doğrultusunda öneri getirebildiği, sadece para kısmak anlamında değil imalat anlamında, görsel estetik anlamında, kolaylık, hız getiriyorsa, o takdirde tabii ki daha özel bir eser çıkıyor ortaya. Başka projelerlerden de tanıştığımız bir İngiliz yapı tasarımcısı vardı, hafif tasarımlarla ilgili çalışan, onu danışman olarak Çin’e davet ettik. Mimar ve mühendis karşı karşıya geldiğinde aynı dili konuşamıyoruz, çünkü biz başka bir açıdan bakıyoruz, onlar ise safi hesaplamayla, sayıyla bakınca iletişim sağlamak güçleşiyor. Örneğin yanımızda hem tasarımdan hem strüktürden anlayan bir mühendis olması sayesinde bu fikri hayat geçirebildik diyebilirim. Dünyanın pek çok yerinde bu aynı. Avrupa’da biraz daha farklı, yani mimarı ve tasarımcıyı onların koyduğu yer biraz daha farklı. Çin’de de son dönemde değişmeye başladı bu durum…
Eğitimini yurt dışında tamamlamış bir mimar olarak sizin çelik yapılara bakışınız nasıldır? Nasıl tarif edersiniz çelik yapıları kendinize, mesela kimi mimarlar için çelik yapı demek bir taşıyıcı sistemdir sadece, sizde nasıldır çelik yapıların tanımı?
Ali HIZIROĞLU: "Betonarmeyi çok seviyorum o yüzden bütün yapılarımı betonarmeden yapacağım” gibi bir düşünceden
çok, proje, lokasyon, ihtiyaçlar neyi gerektiriyorsa ona göre malzemenin şekil alması gerektiğini düşünüyorum, bu çelik için de aynı. Tabii ki bir malzemeyi sıklıkla kullandığınız zaman o malzemenin çok farklı yüzlerini keşfetme şansı veriyor size. Deneyimleyerek püf noktalarını bulmaya başlıyorsunuz. O deneyimleri üst üste koyarak geliştirme şansı buluyorsunuz. Benim her zaman sabit bir fikrim olmadığı için malzeme manasında, projeye göre karar vermenin doğru olduğunu düşünüyorum. Ancak işverenin böyle bir arzusu olabilir, endüstriyel atmosferi yansıtacak bir tasarım istiyorum talebiyle gelmesi, dönüştürülebilir olmasını istemesi gibi bir durum olduğunda çelik manalı bir tercih olabiliyor mimari olarak. Bugün bu amaçla kullanacağım, yarın başka bir amacım olabilir bu yapıyla ilgili, satarsam ofis olarak satabileyim gibi alengirli bir talep ile gelindiğinde, o zaman o değişimi yapıp çeliğe yönelmek mantıklı olabilir.
Kentsel Tasarım üzerine uzmanlığınız olduğu için sormak isteriz, kent ölçeğinde çelik yapıları değerlendirmek nasıl olur?
Ali Hızıroğlu: Farklı ölçekler ilginç geliyor bana açıkçası. Detayda bir öge birbiri ile nasıl ilişkilendirilmiş önemserim. Nihayetinde yerçekimi ile uğraştığımız için, en önemli kriterimiz yerçekimi diye düşünüyorum, en azından inşa etme anlamında, dolayısıyla bir araya gelişinde nasıl değerlendirilmiş, bütün bu unsurlar o minik detaydan şehir ölçeğine kadar, sokakta yürüyen bir insanın bir binayı yakından nasıl algıladığı, uzaktan nasıl algıladığı, malzeme, içi-dışı, önemli bulurum. Çelik yapılarda daha şeffaflıkla ilgili bir durum söz konusu. Çünkü yüzey kaplamadan ziyade daha lokal ögeler kullanıp, serbest plan yaratmaya çalışıyorsunuz çoğu zaman. Böylelikle daha ferah, esnek ortamlar oraya çıkıyor. Dolayısıyla da haliyle mimariyi de belirleyen bir yanı da oluyor.
Deneyimlediğiniz çelik yapı tasarımlarından devam etsek, hangi projelerde nasıl çelik yapı deneyimleriniz oldu? Zorlandığınız yerler oldu mu mesela, nasıl çözdünüz?
Ali Hızıroğlu: Doğuş Otomotiv, Ayazağa Kültür Merkezi, Uniq İstanbul gibi projelerde irili ufaklı epey bir çelik yapı tasarımımız oldu. Aslında en çok deneyim sanırım Garanti Teknoloji Kampüsü projesidir. 142 Bin m2’lik bir yapı. Aslında tonaj olarak belki çok değil ama çelik işi oldukça farklıydı ama burada hem cephe, hem köprüler, konsollar, betonarme ile kompozit çalışmalar var. Yani çok çeşitli noktalarında git-gelleri olan bir yapı. Uniq İstanbul’da ise gabarilerle ilgili net sınırlamalar vardı ama içeride de işverenin ihtiyaç duyduğu net hacimler vardı. Örneğin Volkswagen Arena’nın dışarıda tarihi yapılarla ilişkisi belirleyici olurken, içerisinde ise kullanıcı tarafında net 15 metre gibi bir talep vardı ve bu çelik konstrüksiyonun da farklı performanslara cevap verebilmesi oldukça yüksek yükleri karşılayabilmesi adına kuvvetli bir çatı olması isteniyordu. 58 kusur metrelik bir açıklık geçildi, 2,5 metre yüksekliğinde üç boyutlu makaslarla, gösteriye göre yeri geldiğinde bir tır dahi asabileceğiniz, güçlü bir taşıyıcı sistem düşünüldü. Deprem ile ilgili muhtelif önlemler alındı, izolatörlerle bu çatı örtüsü yüzer hale getirildi. Böylece çatıyı yapıdan bağımsız hareket eder hale getirdik. Deprem yüklerini binaya direkt aktarmak yerine, yukarıda bağımsız salınımla sönümlenmesini sağlayarak, yapının sadece taşınmasını temin ettik. Benzer şeyler Garanti’deki köprülerde de uygulandı.
Çelik yapı sektörünün tümünü yapısal çelik malzemesi üretiminden başlayarak imalat, montaj, tamamlanmasına kadar nasıl değerlendirirsiniz bu alandaki firmaları? Sizlerin tasarımına yanıt verebilecek üretim, uygulama olduğunu söyleyebilir misiniz?
Ali Hızıroğlu: Aslında bence işin içeriğine göre doğru kişilerle çalışmayı başarabilmenizle alakalı bir durum bu. Bir kere malzeme kalitesi çok yüksek seyretmese de işten alabileceğiniz kalite yükselebiliyor. Yaptığı işi iyi yapmayı arzu eden, bunun için kendini geliştirmekle uğraşan bir ekiple karşılaştığınızda, işveren de eğer gerçekten kaliteli bir iş almak istiyorsa, ki her zaman öyle olmuyor, ana hedef işi hemen bitirmek ve ucuza mal etmek ise, o başka bir kategori benim gözümde, iyi iş yapıp, iyi kalite isteyen bir işveren tabii ki daha makbul.
Genelde ülke olarak böyleyiz, bir şeye özenerek, gerekli zaman ve bütçeyi ayırarak, kaliteli iş yapmanın keyfine bizim ülkenin insanı henüz varmış değil. Yaptığınız ürettiğiniz iş sadece parasal bir kazanım değil, bir tatmin duygusu da getiriyor insana. Bizi çevreleyen, içinde yaşadığımız binaların hepsi paraya dönüşüyor esasında tabii ama hakiki bir değer üretildiğinde çok daha uzun soluklu olabiliyor hem maddi hem de sosyal yaşam yaratabilmek anlamında. Avrupa’da tek başına para kriter olarak kabul edilmiyor yapıların şehirlerin inşaasında ve bu şekilde olmaması için çok sıkı kurallar konmuş durumda. Takip ve denetim mekanizmaları var ve ciddi şekilde işletiliyorlar.
Türkiye’de genel olarak denetim mekanizmalarının çok zayıf çalıştığını düşünüyorum. Bir yapının hangi koşullara göre denetlenmesi gerektiği ile ilgili yönetmelik aşamasından başlayarak, imalat aşamasındaki kontrole kadar çok zayıf olduğumuzu düşünüyorum.
Kamu özel fark eder mi bu konuda sizce?
Ali Hızıroğlu: Fark etmiyor bence, aynı durum hepsinde söz konusu. Kamuda çok bürokrasi var ama işi bilen fazla insan yok.
Yine işin sadece yapılmasıyla, üretilmesiyle ilgileniyorlar, nasıl üretildi, ne kalitede üretildi, bunlarla ilgilenen pek az maalesef.
Yönetmelikler sizi belli bir sınırın altında, daha kalitesiz, olmayacak bir şey yapmanızın önündeki engel olarak hazırlanıyorlar.
Aslında yönetmeliğin üretim mantığı bu, dünyada da böyle. Sizin gerekli seviyenin altında yapı tasarlamanızın ve inşaa etmenizin önüne geçmek için konulan kurallar.
Fakat mesela yapı tipine göre yönetmelik geliştirilmiyor bizde. Yapılıyorsa da çok dar çerçevede. Kapsam çok dar olunca denetim yapan ya da onay veren kendine göre işlem yapıyor. İş sübjektif kişiye özel hale geliveriyor. O yüzden de daha çok literatürün hazır olması, incelenip yerleştirilmesi lazım. Çünkü yapı tiplerinin durumu çok değişti. Bundan 10,15 sene önceki yapılarla, ebatlarıyla, getirdiği ihtiyaçlarla, gerekli olan çözümler ile bugünküler arasında büyük farklılıklar var. Bunu sadece görerek bile algılamak mümkünken, bunlarla ilgili yeterince adım atılamıyor. Sebebi apayrı ama bunun gerçekleşmesi halinde daha evrensel işler çıkması mümkün diye düşünüyorum. Malzeme kalitesinden, montajı yapacak kişilere, geriye doğru hepsinin bir arada bilgi akışını temin ederek çalışabilmeyi sağlayabilsek çok daha iyi sonuçlar elde edilebilir ülkemizde de.
Başarabilir miyiz bu dediklerinizi? Ülkenin kendine has bir yerleşik durumu var, değişir mi bu?
Ali Hızıroğlu: Bir kere "Bizim ülkeden bir şey olmaz" düşüncesinden kurtulmak lazım. Sadece doğru adımlar atmak kaydıyla halen daha çok şansı olduğunu düşünüyorum Türkiye’nin birçok manada. Biz bununla çok karşılaşıyoruz. Mesela alüminyum cephe işi yapan büyük bir firmaya değişik bir profil ya da sistem önerdiğinizde büyük bir direnç ile karşılaşıyorsunuz. Çünkü onların para kazandığı bir yöntem var, 10 Bin kişilik şirketin bir yönetim, üretim şekli var. Bütün bu sistemi baştan değiştir dediğiniz zaman neden senin için değiştireyim, zaten ben bu tarzımla para kazanıyorum diye düşünüyor. Betonarme ağırlıklı olarak yapılan yapıların avantajları aslında dezavantajları ve tersi de bence çelik sektörü için geçerli. Yani ülke için de aynı şeyi düşünüyorum, çünkü bir konuda çok iyi olduğunuzda orada değişim yapabilmek, o sistemi sil baştan yeniden tasarlayıp, yeniden herkesi bilgilendirip, geliştirip, eğitip, organize edip yeni bir yapıya kavuşturmak, hiçbir şeyin olmadığı bir yerde bir şeyler yapmaktan aslında daha zor olabiliyor. Dolayısıyla aslında sadece doğru zamanlama ve iyi tanıtım, bilgilendirme, yılmadan devamlılık gerekiyor. Bunu başarabilmek için de birkaç kilit noktada duran insana ihtiyacınız var. Bunların önünü açabilecek insanları destekleyecek, cesaretlendirecek ama teşviklerle ama teknik alt yapıyla, yurt dışına meslek insanlarını göndererek, tekrar ülkeye dönmelerini destekleyerek, oradaki kimi firmaların buralarda üretim yapmasını teşvik edip insan yetiştirmesine olanak açıp, sonra onların burada kendi işlerini kurması, yeni kanallar açılması gibi. Veya başka ülkelerle ortak işlere girilmesi gibi. Bence çok farklı böyle seçenekleri var aslında Türkiye’nin önünde. Lokasyon olarak da avantajımızı kullanabilmeliyiz diye düşünüyorum.
Uluslararası çok başarılı firmalarımız var ama burada iş yapamıyorlar, neden acaba burada iş yapamıyorlar orada bu kaliteyi gösteren firmalar, burada neden bu kalitelerini gösteremiyorlar? Şimdi bu firmaların hatası değil bu, ortamın koşullarının getirdiği, sizi zorladığı bir nokta bu. Burada ön planda olan kalite değil çünkü. Avrupa’da sistem çok net. Oradaki toleranslar çok farklı, kabul etmiyor geri gönderiyor. Yine aynısını yaparsanız yine geri gönderiyor, denetim mevzuu çok önemli. Sektörün gelişiminin önündeki engellerden biri bu.
İleriye doğru nasıl bir vizyon görüyorsunuz çelik yapılar alanında?
Ali Hızıroğlu: Geleceğe yönelik olarak, teknolojik açıdan yapılabilecek çok şey var. Tam nedenini bilmiyorum ama çelik endüstrisinin betona göre geride kalması konusuna detaylı bakmak gerekir.
Fransa’da çok büyük bir çimento lobisi var buna rağmen çelik çok da geride kalmıyor. Mesela Amerika’ya gittiğinizde çelik daha çok, beton daha az. Belki biraz yerel kaynaklarla da alakalı olabilir ama zor bir iş çelik işi. Birçok ülkede üniversite destekli büyük araştırma projeleri var, yeni üretim teknikleri, daha hafif, çevreye daha duyarlı, daha az malzeme kullanarak aynı taşıyıcı özellikleri kullanabilecek malzeme tasarımları yapılıyor, çelik de buna dahil. 3 boyutlu yazıcılar gibi birçok gelişmekte olan farklı sistem de yakın gelecekte inşaat sektörünün çehresini değiştirme potansiyeline sahip diye düşünüyorum.
Biraz da bizim bu alaturka yanlarımızı ortadan kaldıracağına inandığımız BİM üzerine konuşsak neler söylemek istersiniz bizlere?
Ali Hızıroğlu: Şimdi bu modelleme ile tasarım yapma mevzusunda aktarılan çok şey var. TOKİ’nin bir konut projesini yapıyorsanız bir plan alıyor o aynı plandan yüz bin tane üretiyorsanız. Şimdi bu yaklaşım ile, İstanbul içinde veya herhangi bir yerde, o yere özel bir yapı tasarlamak arasında, fersah fersah fark var. Sizin BIM gibi araçlara nasıl baktığınız önemli, yoksa araçların kendisi bir çözüm değil. Araçlar size belki iyi bir çözüme ulaşabilmenize, daha iyi sonuçlar almanıza yardımcı olabilirler, yeri geldiğinde daha hızlı, daha kaliteli ürünler ortaya çıkarmanızı sağlayabilirler. Fakat sizin amacınız çok kaliteli bir ürün üretmek değilse, amacınızda bu yoksa, BIM’den de kendi kendine öyle davranmasını bekleyemezsiniz.
Teknolojiyle çok başka bir dünya geldi ve yaşamlarımız iyi ya da kötü bakış açılarımız gibi değişmek durumunda. Bu yeni gelen değişim dalgasını değerlendirmenin dışında bir seçenek olmadığını düşünüyorum.