Söyleşimize başlamadan önce kısaca sormak istiyorum. Neden size “Koşuyolu Evleri Mimarı” diyorlar?
Geçmişte bana böyle bir ad takılmıştı, doğru… 1992 ile 2006 arasında, İstanbul, Koşuyolu mahallesindeki 50’li yıllarda inşa edilmiş kooperatif evlerinden yirmi kadarını ofis ve konut yapılarına dönüştürdüğümüz dönemdi o. Bilirsiniz, bizde genellikle mimarın adını kimse merak etmez; hele de Koşuyolu Evleri gibi mütevazı boyutlu, zemin artı bir, en fazla iki katlı yapıları tasarlayan bir mimarınkini hiç. Ama evet, benim adım kısıtlı bir çevrede de olsa duyuldu; bunu da tasarladığım yapıların çelik taşıyıcı sistemli olmasının ve çok kısa sürede bitirilmesinin uyandırdığı ilgiye bağlıyorum. Elbette, bu dönemin ortasına denk düşen 1999 Gölcük Depremi’nin betonarmeye alternatif çelik yapılara olan ilgiyi bir anda artırmasının da etkisi olmuştur.
1999 Depremi’nden yeterince ders almadık ama bu sefer Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da 11 ilde yaşanan korkunç depremden ders alacağız herhalde. Özellikle İstanbul ve Doğu Marmara Depremi hazırlıklarına hızla başlandı ama olanaklar sınırlı. Sizin de bu süreci hızlandırmak için bazı öneriler geliştirdiğinizi biliyoruz. Yaşına bakmaksızın her tipteki apartmana güvenli bir sığınma ve kaçış yolu sağlayan “Deprem Merdiveni” öneriniz hakkında bilgi verebilir misiniz?
Keşke dediğiniz gibi olsa; biraz ders alınabilse… 6 Şubat Kahramanmaraş depremi, İstanbul’u bekleyen tehlikenin ne denli büyük olduğunu ve 1999’dan beri geçen 24 yılın nasıl da boşa harcandığını bir kez daha yüzümüze vurmuş oldu. Örneğin “Kentsel dönüşüm” diye ilan edilen eylem planı, mevcut riskli yapıların yenilenmesi ve güçlendirilmesine öncelik verecek yerde boş arsalara yeni kuleler dikmek şeklinde uygulandı. Son günlerde İBB tarafından tanıtımı yapılan “depreme hazırlık” çalışmalarının bu kez çok daha bilinçli biçimde ve yetkin kadrolar eliyle yürütüleceği anlaşılıyor. Çok güzel ama çok geç kalındı! Sayıları yüz binlerin üstündeki “yıkılmaya hükümlü” binayı güçlendirmek için Sayın Belediye Başkanının da söylediği gibi, en az yüz yıla ihtiyaç var! Oysa yer bilimci uzmanlar önümüzde hiç de böyle bir zaman kalmadığını söylüyorlar. 1999 Gölcük Depremi’nden sonra, o zamanki ekibimle birlikte “deprem öncesinde, sırasında ve sonrasında” işe yarayabilecek tasarımlar üzerine projeler geliştirmiş bunları kimi mimarlık ve yapı dergilerinde yayınlatarak tanıtmaya çalışmıştık. O günlerde; “Nasılsa deprem geçti, büyük İstanbul depremine daha otuz yıl varmış!” rehavetinden olsa gerek, kimsenin ilgisini çekmemişti! Oysa artık yumurta kapıya dayandı! Bu yüzden o tasarımlardan en azından ikisini yeniden ve ivedilikle anımsatmakta yarar görüyorum. İlki, yapının kendisini ayakta tutamayacak olsa bile, en azından o binada yaşayanları enkaz altında can vermekten kurtaracak ve güvenli bir kaçış yolu sağlayacak olan “Deprem Merdiveni”.
Deprem Merdiveni Deforme Olmayacak Bir Sistem
İstanbul’un “şehir merkezi” konumundaki çeşitli bölgelerinde, bitişik düzene göre yapılmış, birçoğunun zemin katları dükkânlara yer açmak için -yapının statiği açısından- zararlı tadilatlara uğratılmış, birbiri üzerine sağlıksız biçimde abanan, dolayısıyla şiddetli bir yer sarsıntısında biri ötekini yıkma potansiyeline sahip, üç ilâ sekiz kat yüksekliğindeki on binlerce depreme dayanıksız apartman var.
Üstelik bu apartmanların çoğu çok eski; özellikle yığma yapı tarzında inşa edilmiş olanların merdivenleri, her biri bağımsız ve bir ucundan bağlı olduğu duvardaki tuğlaların ağırlığı sayesinde yerinde duran basamak taşlarından oluşuyor. Basamak uçlarının içine gömülü olduğu duvar deprem sırasında hasar görecek olursa, tüm merdiven kaçınılmaz olarak dağılıp çöker. Deprem anında insanların doğal refleksi olan “merdivene yönelme”nin ölüm tuzağına dönüşmesini engellemek, tam tersine onlara güvenli bir sığınma alanı ve sağlıklı bir kaçış yolu sağlamak için yapılması gereken şey, yapıdaki mevcut taş / beton basamak ve sahanlıkları söküp, yerine çelikten yapılmış rijit bir merdiven kafesi inşa etmektir. Bu çelik merdiven kovasını apartmanın çıkış kapısına bağlayan hol ya da koridorun da -tıpkı maden ocaklarında yapılan berkitmeler gibi- çelik putrellerle çökmeye karşı güçlendirilmesiyle, en üst kattan başlayıp, sokak kapısına kadar uzanan güvenli bir sığınak ve kaçış yolu yaratılmış olacaktır. İçinde kurulu olduğu bina çökse -ya da yana yatsa bile- deforme olmayacak sağlamlıktaki bu Deprem Merdiveni, sadece apartman sakinlerini enkaz altında ezilmekten korumakla kalmayacak, deprem sonrasındaki kurtarma çalışmaları için de sağlıklı bir ulaşım kanalı sağlamış olacaktır.
Bu Deprem Merdiveni ne sürede, kim tarafından yapılacak, olası itirazların önü nasıl alınacak, maliyeti hiç yüksek olmasa da yine de karşılayamayacak olan kat maliklerine nasıl destek olunacak konularına da biraz değineyim.
Bina içindeki yıkım ve yeni merdivenin montaj çalışmaları sırasında üst katlara ulaşım zorunlu olarak kesilecektir. Ancak eski merdiven sökülmeye başlanmadan önce gerekli ölçüler alınıp, yerine konacak yeni çelik merdiven atölyelerde montaja hazır modüller halinde üretilmiş olacağından, yıkım işleri ile yeni merdivenin montajı toplamda bir haftayı aşmayan bir sürede tamamlanabilir. Apartman sakinlerinin bir haftalık kullanım kısıtlamasına karşılık, hayatlarını kurtaracak bu uygulamaya karşı koymamaları umulur. Ancak yine de itiraz edenler çıkacaktır. Bu engel, tıpkı bazı tip binalarda yangın merdiveni nasıl bir zorunluluksa, benzer bir düzenlemenin “Deprem Merdiveni” için de getirilmesiyle aşılabilir.
Deprem Merdiveni uygulamasının kent ölçeğinde hızla ilerleyebilmesi için çok sayıda girişimcinin yetkilendirilmesi gerekecektir. Bunların uymaları gereken normları saptamak, yapılan çalışmaları denetlemek ve gerekli durumlarda maddi destek sağlamak gibi yükümlülükler elbette ki kamu yönetimine ait olmalıdır.
Aynı amaçla, İstanbul’daki yapıların deprem güvenliğinin süratle sağlanabilmesi adına üzerinde çalıştığınız “Bina Boyunduruğu” projenizin işlev ve uygulama aşamalarından bahseder misiniz?
Evet, ivedi önlem önerilerimizden bir diğerinin adı: “Bina Boyunduruğu”. Proje adı, kaza geçirenlerin ya da enkazdan kurtarılanların ilk önlem olarak boyunlarına geçirilen, “Minerva” diye de bilinen, koruyucu boyunduruktan esinlenerek konuldu. Minerva, nasıl başı yerinde tutarak boyun kırılmasına bağlı ani ölüm riskini azaltmaya yarıyorsa, Bina Boyunduruğu da benzer bir işlevi hedefliyor.
İstanbul’un Anadolu yakası başta olmak üzere, Bakırköy, Yeşilköy, Florya gibi, yapılaşmanın -şehir merkezine oranla- nispeten seyrek olduğu semtlerde, ayrık düzende inşa edilmiş, genellikle zemin katın üzerinden öne, arkaya, sağa, sola 1 – 1,5 metre çıkmaları olan apartman tipi on binlerce yapı var. Bunların çoğunun yaşı 40, 50, hatta 60’ın üzerinde. Hiçbirinin bugünkü deprem yönetmeliğinin gereklerini yerine getirmesi olası değil. Yapıldıkları yıllarda geçerli kabul edilen statik hesap yöntemlerine harfiyen uyularak inşa edilmiş bile olsalar -ki birçoğunun “kalfa işi” olduğu herkesçe bilinir- bugünün ölçütlerine göre son derece narin kolon / kiriş kesitleri, etriye aralıklarının seyrekliği, sayıca az, üstelik düz (nervürsüz) demir kullanımı, betondaki kifayetsiz çimento oranı, tuzlu deniz kumu, vibratörle sıkılaştırma yapılmaması gibi bilinen ve ayrıca -ne yapım aşamasında ne de sonrasında doğru dürüst denetlenmedikleri için- pek çok da bilinemeyen zafiyetleriyle, bu yaşlı yapıların artık orta şiddetteki bir depreme bile dayanamayacak kadar güçsüz hâlde olduklarını açık yüreklilikle kabul etmek gerekiyor. İkinci acil önlem önerimiz, “Bina Boyunduruğu”, ayrık düzende inşa edilmiş ve zemin kat üstünden dışarıya doğru çıkmaları olan işte bu tip binaların depremde hasar görse bile ayakta kalmasına yönelik.
Deprem anını gösteren pek çok videoda, “çıkmalı” yapıların çökmesine, zemin kat kolon başlarıyla, üstteki katların çıkmalı bölümlerini taşıyan “konsol kiriş” bağlantısındaki kırılmanın yol açtığı açıkça görülüyor; bu noktadaki kırılma, üst katların muazzam beton ağırlığı içinde gizlenen statik enerjinin, bir anda kinetik enerjiye çevrilmesine ve tüm yapının saniyeler içinde moloz yığınına dönüşmesine yol açıyor. Bu tipteki binalar için -belki derin mühendislik hesaplarına değil ama sağduyuya dayalı- en basit önlem, çıkmalı katların içindeki “durağan/statik” enerjinin, “devinimli/kinetik” enerjiye dönüşmesini önlemek olmalı; zemin kat ile çıkmalar arasındaki o ilk kırılma anı engellenecek olursa üstteki katlar hasar görseler bile çok büyük olasılıkla birbiri üzerine yığılmayacak, ayakta kalacaklardır. “Bina Boyunduruğu” önerimiz, işte bu işlevi yerine getirmeyi amaçlıyor.
Yapıyı, çıkmalı bölümlerin konsol ve çerçeve kirişleri hizasından destekleyerek, çepeçevre kuşatacak olan bu boyunduruk normal koşullarda, altına girdiği bölümlerin ağırlığını taşımayacağı, ancak deprem olduğunda bu noktalardan aşağı yönde momentum oluşmasını engelleyen bir “takoz” görevi yapacağı için yapımında aşırı kalın kesit ve ağırlıktaki malzemelerin kullanılması gerekmeyecektir. Tıpkı rampada park eden ağır yüklü bir aracın tekerinin önüne sıkıştırılan ahşaptan ya da plastikten yapılma basit bir takoz, nasıl ki onu -freni boşalsa bile- yerinde tutabiliyorsa, bina boyunduruğundan beklenen de aynı şeydir; dolayısıyla boru / kutu profilden dikmeler, yuvarlak / kare kesitli dolu demir ya da köşebent gibi çapraz bağlantılar yeterli olacaktır.
Boyunduruğun Uygulama Aşamaları
Çıkma altındaki konsol ve dış çerçeve kirişlerinin rölevesinin alınması, üst yüzeyi sıfır (bahçe) kotunda olacak biçimde, binayı zemin kat duvarlarına bitişik olarak çepeçevre dolanan 30 – 50 cm yüksekliğinde, genişlik olarak da üstteki çıkmanın enini 20 cm kadar geçen ölçüde betonarme bir dış radye temel oluşturulması (beton dökülmeden önce boyunduruk projesine uygun ankraj plakaları kalıp içine yerleştirilmiş olmalıdır), Atölye koşullarında hazırlanmış ve korozyona karşı koruma önlemleri alınmış malzemelerin getirilerek yerlerine monte edilmesi.
Görüldüğü gibi, bu “boyundurukla güçlendirme” çalışması, bina sakinlerine hiçbir rahatsızlık vermeden çok kısa süre içinde tamamlanabilecek bir uygulamadır. Çelik berkitme elemanlarının dışarıdan gözükmesi istenmiyorsa, bu yöntemle güçlendirilmiş yapılara bir ayrıcalık tanınarak, normalde içerlek olan zemin katların çıkma hizasına kadar dışarı doğru büyütülmesi, özel bir yönetmelik düzenlemesiyle yasal statüye kavuşturulabilir; bu da zemin katlara ek alan kazandıracağı için olası karşı çıkışları da büyük ölçüde önleyebilecektir.
Özet olarak, önerilen yapı boyunduruğu yapının hasar görmesini engellemeyi değil, deprem sırasında ayakta kalmasını, dolayısıyla can ve mal kayıplarına yol açmamasını hedeflemektedir. Söz konusu bina eğer gerekiyorsa, sonraki bir aşamada, çevreye zarar vermeden, kontrollü biçimde yıkılırken, boyunduruk için kullanılan çelik malzemeyse tümüyle geri dönüştürülebilir.
Bina Boyunduruğu projemiz belediyelerin gözetiminde özel ya da resmi kuruluşlar eliyle kısa zamanda ve kolaylıkla uygulanabilir. Maliyeti yüksek olmayacaktır (aynı binanın depremde yıkılmasının yaratacağı acı sonuçlarla kıyaslanamaz); bu nedenle uygulanması tüm riskli yapılar için bir zorunluluk haline getirilmeli yapım maliyeti gerekirse kamu yönetimi tarafından karşılanmalıdır.
Buraya kadar belirttiğimiz iki projeniz ile ilgili olarak nasıl bir yol izlenmesini düşünüyor ve öneriyorsunuz?
Bu iki ivedi önlem projemiz ancak -tıpkı kimi yapılardaki “Yangın Merdiveni” gibi- yasal bir zorunluluk hâline getirilirse yaygın ve etkili biçimde hızla uygulanabilir diye düşünüyorum. Bunun için şöyle bir yol izlenebilir: 2017 deprem yönetmeliğinden önceki mevzuata göre -ya da kaçak- olarak inşa edilmiş tüm mevcut yapılar deprem açısından risk taşıyıp taşımadıklarına -başlangıçta- bakılmaksızın, 1. “Bitişik düzenli” ve 2. “Ayrık düzenli yanlara çıkmalı” olarak iki ana kategoriye ayrılır. İlke olarak tüm 1. kategori yapılar için Deprem Merdiveni; 2. kategori içinse Bina Boyunduruğu zorunlu hâle getirilir. Elbette, eskiden kalma da olsa, bu uygulamalara gerek duymayacak denli sağlam pek çok yapı vardır. Ancak, bunların sahipleri söz konusu önlemlerden muaf tutulmak istiyorlarsa, binalarının depreme dayanıklılığını kendi olanaklarıyla düzenletecekleri teknik raporlar ile kanıtlamak ve deprem sigortası ya da başka desteklerden yararlanamayacaklarını da peşinen kabul etmekle yükümlü olmalıdırlar. Böylelikle, “tersinden” bir yöntem izlenerek, hem tüm yapılar için çürük mü, değil mi diye tek tek incelemekle vakit ve emek harcamaktan kurtulmuş oluruz hem de riskli olduğu besbelli yapılarda oturan insanların can güvenlikleri kısa yoldan sağlanmış olur! Kuşkusuz, bütün bu uygulamaların yasal bir statüye gereksinimi olacaktır.
“Güvenli Barınma Sistemleri” için çözüm önerileriniz nelerdir?
Bu çok geniş bir konu... Benim de bir takım önerilerim olabilir. Ancak bunları bir söyleşi kapsamına sığdırmak çok zor. Yine de ayrıntılarına hiç girmeden iki ana başlık biçiminde özetlemeye çalışayım:
Eğitim düzeyine, bilgi birikimine ve en önemlisi asgari düzeyde de olsa bir “etik değerler bütünlüğüne” sahip olup olmadığına bakılmaksızın her aklına esenin “müteahhitliğe” soyunabildiği bu çarpık düzene ve onu besleyen zihniyete bir son verilmelidir. Gayrimenkul sektörüne yatırım yapmak isteyenler, inşaatlarını batı ülkelerinde olduğu gibi, ancak ve ancak yerel yönetimlerin lisans verdiği ve onların sıkı denetimi altındaki profesyonel yapı şirketleri eliyle yaptırabilmeli girişimcilerin kendi topladıkları kalfa, usta niteliksiz işçi ekipleriyle yapı işine kalkışmaları kesin olarak yasaklanmalıdır.
En başta “betonarme karkas” olmak üzere “asmolen tabliye”, “mantar döşeme” gibi yapı yöntemleri, deprem ülkeleri için uygun değildir! Nitekim son deprem, bunların ne büyük bir felakete yol açtıklarını, en görmek istemeyen gözlere bile artık açıkça göstermiş olmalı! Tartışılamayacak denli açık olan bu gerçek, cesur bir yaklaşımla kesin ve kalıcı biçimde kabul edilecek olursa depreme dayansın diye yönetmelik üzerine yönetmelik çıkararak her seferinde kolon ve kirişlerin daha da ucube boyutlara çıkarılmasına anlamsız miktarda ve yoğunlukta beton kullanımına ve neredeyse bir çelik taşıyıcı sisteme eş değer hatta daha fazla ağırlıkta çubuk demiri kalıp içine gömmeye de gerek kalmaz! Kişisel görüşüme göre, doğru olan, az ya da çok katlı olduğuna bakılmaksızın, tüm yapıların depremin mantığına en uygun yapı yöntemi olan çelik taşıyıcı sistemle yapılmasıdır. Ama ille de beton kullanılmak isteniyorsa, betonarme karkas asla değil ama tünel kalıp ya da çelikle takviyeli prekast beton döşeme ve duvar panelleri gibi çağdaş yapı teknikleri uygun olabilir.
Mevcut yapı stokundaki riskli binalara uygulanabilir çözüm önerileriniz nelerdir?
Bana sorarsanız, İstanbul’un mevcut yapı stokunun tamamı, kimi çok, kimi daha az ama hepsi riskli yapılardan oluşuyor! Hiçbirinin 6 Şubat’taki depremler kadar güçlü bir yer sarsıntısında zarar görmeden ayakta kalma garantisi yok! Ayrıca, bir mimar olarak yüzümü nereye çevirsem -birkaç tarihi semt ve Adalar dışında- karşıma korkunç derecede kakafonik bir şehir dokusu çıkıyor. Dolayısıyla önereceğim çözümler de köktenci ve büyük ölçekli olmak durumunda. Riskli binalarla tek tek ilgilenmek yerine İstanbul’a gerçek biri kentsel dönüşüm şart. Yenilenme, en az mahalle ölçeğinde tek seferde -tarihi ve özellikli yani yeni yapılmış iş merkezleri, stadyumlar, vb. türdeki diğer yapılar hariç- tüm bina stokunun yıkılmasının ardından, İstanbul’un adına yaraşır bir şehircilik anlayışıyla ve ağırlıklı olarak çelik taşıyıcı sistemle yeniden inşası biçiminde yapılmalı. Böyle bir şey mümkün mü? Evet, mümkün! Benzer bir uygulama, Paris’te 1853’te başlayıp, kazma kürek, kol gücü, at arabası dışında bir olanağa sahip olunmadan on yedi yıl gibi kısacık bir sürede tamamlanmış. Bu kısıtlı zaman diliminde tarihi değeri olanların dışındaki tüm yapılar ortadan kaldırılmış, Paris’in bugün dünyanın en güzel şehri diye bilinmesini sağlayan geniş bulvarlar açılmış, meydanlar, parklar, mükemmel bir kanalizasyon sistemi ve en önemlisi resim gibi cepheleriyle kırk binden fazla sayıda yeni bina, Vali Haussmann’ın adıyla anılan bir projeye uygun biçimde gerçekleştirilebilmiş. Demek ki, istenirse yapılabiliyormuş… İstanbul özelinde izlenebilecek yol hakkındaki önerilerimi madde madde sıralayayım:
Hem Anadolu hem de Avrupa yakasında artık tümüyle şehrin ortasında kalmış olan geniş oto sanayi siteleri var. Buralarda geceleri kimse kalmıyor, otomobillere hizmet dışında herhangi başka bir işlevleri de yok. Otomobillerse adı üstünde, kendiliğinden hareketli araçlar olduklarından onların bakım ve onarım atölyelerini biraz daha uzağa taşımanın kimseye zararı olmaz. Boşaltılan bu büyük alanlara çelik taşıyıcı sistemle, aynı anda bir ya da daha çok sayıdaki mahallenin halkını kapsayacak sayıda daireden oluşan çok büyük “misafirhane siteleri” inşa edilir. Yıkılarak yeni baştan inşa edilecek mahallelerin halkı topluca buraya nakledilir ve eski mahalleleri çelik taşıyıcı sistemle 6 - 7 ay gibi çok kısa sürede yenilenirken burada misafir edilirler. İnşaat çalışmaları tamamlandığında da yeni kalıcı konutlarına geçerler. Onlardan boşalacak daireler bu kez başka bir mahallenin sakinlerine tahsis edilir ve bu döngü kentsel dönüşüm tamamlanana değin sürüp gider.
Bu geniş kapsamlı kentsel dönüşüm projesinde İstanbul gibi dünya kültür mirası bir metropol için uluslararası finans desteği sağlamak güç olmayacaktır. Bu “mega dönüşüm projesi” fikri dilerim kimseye ütopik gelmez. Önümüzde enkazı kaldırılmayı bekleyen ve sıfırdan inşa edilecek on bir il ve onların ilçeleri gibi acı bir gerçek dururken, kimsenin burnu kanamadan yapılacak böylesi bir yenileme eylemi, istendikten sonra, bugünün olanaklarıyla pekâlâ güle oynaya gerçekleştirilebilir.
Mahallelerin topluca yenilenebilmesi için elbette tüm parsellerin birleştirilmesi gerekecektir. Bu iş için kamulaştırma bedeli ödemek yerine, herkesin önceden sahip olduğu bağımsız birimin kalite standartıyla eş değer kategoride, yepyeni, depreme yüzde yüz dayanıklı daire / dükkân / ofis tapularının eski taşınmaz sahiplerine karşılıksız olarak teslim edilmesiyle adil bir takas gerçekleşmiş olacaktır.
Mahalleler yeniden inşa edilirken, bir kent dokusuna asla yakışmayan uzunlu kısalı yan yana dizilmiş bağımsız yapılardan oluşan bugünkü dokudan vazgeçilmelidir. Büyük ve düzgün biçimli yapı adalarından oluşacak yeni kent planında tüm yapılanma bitişik düzende ve bütünleşik bir yatay mimarî tarzında yapılmalı; her yapı adasının ortasında geniş yeşil alanlar, kreş, anaokulu spor tesisleri bulunmalıdır. Bunların yanı sıra, tüm mahallenin araçlarına yetecek kapasitede yer altı garajlarına da sahip olacak bu yeni mahalle konseptiyle herkesi mutlu eden, tam güvenli yaşam ortamları yaratılmış olacaktır. Böyle bir dönüşümün her yerden önce, Kadıköy’de, Bağdat Caddesi ve çevresindeki mahallelerde başlamasını düşlemiştim. Ne yazık ki bu fırsat kaçtı; eski yapılar birer birer yıkılıp yerlerine her biri farklı boyda farklı görünüşte yüzlerce yeni apartman kulesinin yan yana dikilmesiyle bu güzide semt adeta bir kuşkonmaz tarlasına döndü!
Son depremin şimdilik üzerinde yeterince durulmayan son derece zararlı bir sonucu da Erciyes Dağı’ndan büyük bir moloz miktarının zorunlu olarak pek çok ovayı, vadiyi kaplayacak olması… Peki, İstanbul’un kentsel dönüşümü sırasında ortaya çıkacak yıkıntılarla nasıl baş edilecek? Bu konuda da naçizane bir önerim olabilir. Ne kentleşmeye uygun ne de tarım alanı olmayan düzlüklerde yüksek yapay tepeler / tümülüsler oluşturulur bunların yüzeyi yeni yapıların hafriyat kazılarından çıkacak toprakla örtülüp ağaçlandırılırsa, pekâlâ yeni mesire yerleri ve orman alanları kazanılmış olur!
İlgili standartlar uyarınca üç kategoride belirtilen bina önem derecelerinden derecesi CC3 olarak ifade edilen, insan hayatı ve ekonomik açıdan önemi yüksek, sosyal ve çevresel önemi çok büyük olan, afet anında dahi işlevini sürdürmesi gereken yapılarda (hastane, okul, belediye binaları vs.) uygulanmasının doğu olacağı düşündüğünüz sistemler neler olabilir?
Madem bana soruyorsunuz, elbette ki yanıtım, bu tür yapılar, hızla çelik taşıyıcı sistemli yeni binalarına kavuşturulmalıdır biçiminde olacaktır! Hiç beklenmeden alınması gereken önlemse, saydığınız işlevleri halen yerine getirmekte olan yapıların çelik, karbon fiber elyaf, hangi sistem uygunsa onunla bir an önce güçlendirilmesidir kuşkusuz.
Türk Yapısal Çelik Derneğinin merhum kurucu başkanı Prof. Dr. Tevfik Seno Arda’dan beri kullanılan “Doğru malzemeyle doğru tasarlanıp doğru yapılan her yapı sağlamdır.” söyleminin teoride doğru, uygulamada yetersiz olduğu söyleniyor. Sizce neden istenen sonuçları vermiyor?
Prof. Tevfik Seno Arda’yı 1999 Depremi’nden sonra, üniversitedeki odasında birkaç kez ziyaret etmiştim. Çok yararlı bilgiler edindiğim o görüşmeler sırasında doktora çalışmalarını önce betonarme dalında tamamladığını çelik yapılar konusuna sonradan eğildiğini öğrenmiştim. İnşaat mühendisliğinin her iki uzmanlık alanına da hâkim olan Tevfik Seno hocanın, bilginin her türlüsüne saygılı bir bilim insanı olarak, sorunuzda aktardığınız gibi bir söylemi olmuşsa da kendisinin Türkiye için çelikten yana bir tutum sergilediği çok açıktı. Çünkü o söylemin doğruluğu “akademik düzlemde” kanıtlanabilse bile cahil cesaretinin “girişimcilik ruhu”, kuralları takmamanın “iş bilirlik” olarak algılandığı ülkemizin gerçekleriyle hiç bağdaşmadığını biliyordu. Şunu da unutmamak gerek: “Doğru malzemeyle, doğru projelendirilmiş…” diye başlayan tümcenin tüm gereklerinin yerine getirildiği yapıların oranı Türkiye’de %10’u bile bulmuyor! Kaldı ki projesi mükemmel bile olsa, bu kez uygulama sırasında yapılan hatalar, aşama aşama dökülen betonun kalitesindeki istikrarsızlıklar, sonradan yapılan müdahalelerle taşıyıcı sistemin sakatlanması gibi aksaklıklar, o yapının deprem direncini yok etmeye yetebiliyor!
“Yaşanan Kısır Döngü Beni Kahrediyor”
“Bu yıkımın baş mimarı, mimarlardır, inşaat mühendisleridir!” Bu cümleyi 24 yıl önce, Gölcük Depremi üzerine kurmuştunuz. Geçen 24 yılda değişen ne oldu?
Aslına bakarsanız, Gölcük Depremi’ni izleyen günlerde bazı olumlu gelişmelerden söz etmek mümkündü. Depremin ardından betona karşı alternatif yapı yöntemleri arayışına girişilir gibi olmuş, ülkemiz insanlarının “makûs talihinin” değişebileceği yönünde bir umut doğmuştu: Cumhuriyet gazetesinde “ÇED Köşesi” yazarı, o zamanki Mimarlar Odası Başkanı Oktay Ekinci’nin: “Öldüren deprem değil, Betonarme!” saptaması gazetelere manşet olmuş, Prof. Tevfik Seno Arda ile yapılan söyleşiler sayesinde kamuoyu, çelik yapı sistemiyle inşa edilecek hastaneler, okullar ve çok katlı yapıların yüzde yüz güvenli olmanın yanı sıra, hiç de sanıldığı gibi yüksek maliyetli olmayacağı konusunda bilinçlenmeye başlamıştı. Bu sırada gazeteler “çelik yapılar” üzerine tanıtıcı ekler yayınlıyor, Türk Yapısal Çelik Derneğimiz, düzenlediği “çelik yapı” fuarları ve diğer etkinlikleriyle yapı sektörü profesyonellerini “betona alternatif” yapı sistemleri konusunda bilgilendirme işlevini yerine getiriyordu. Sonra ne oldu? Tevfik Hoca öldü, Oktay Ekinci öldü ve sanki onların ölü toprağı üniversitelerin mimarlık ve inşaat mühendisliği kürsülerinin, meslek odalarının toplantı masalarının üzerine serpilmişçesine, kahredici bir sessizlik, bir sinme hâli tüm ülkenin üzerine çöküp kaldı.
Gölcük Depremi’nin üzerinden 24 yıl geçti. Bugün TV’lerde tartışılan konuların hep “eski yönetmelik - yeni yönetmelik, zemin etüdü, yapı denetimi, beton kalitesi, imar affı, kaçak kat, kaçan ya da yakalanan müteahhit…” kısır döngüsü içinde kısılıp kaldığını görmek inanın, beni kahrediyor!
İçimden, 24 yıl önceki cümlemden daha da ağırını kurmak gelse de bu yaştan sonra kimseyi kırmak istemediğimden susmayı yeğliyorum!